Kenan Erçel / Birikim Dergisi
ABD’de Beyaz Saray’a bir kilometre mesafede bir dükkânda üzerinde ABD Başkanı’nın resmi olan tuvalet kâğıdı satabilir, Başkan’a ve diğer siyasetçilere televizyonda küfredebilir, Amerikan bayrağını yakabilir, İsa’yla dalga geçebilir, bir asker cenazesinde “Ölü askerler için Tanrı’ya şükürler olsun” diye pankart açabilirsiniz.[1] Stand-up’ın, ofansif mizahın beşiği bir coğrafya olması tesadüf değil. South Park gibi bir çizgi film başka bir ülkede ortaya çıkamazdı herhalde. ABD’deki bu engin ifade özgürlüğünün temel hukuki dayanağıysa First Amendment.
1789’da resmileşen ABD Anayasası’nda sonradan yapılan değişikliklere, ilavelere “amendment” deniliyor. Bunlardan 1791 yılında tek seferde kanunlaşmış ilk on tanesi topluca “Bill of Rights” olarak anılıyor. Bu Sözlük’te[2] daha önce bunlardan ikincisini (Second Amendment) ele almıştık. Şimdi sıra ilkinde (First):
“Meclis, bir dinin kurulmasına cevaz veren veya serbestçe uygulanmasını yasaklayan; veya konuşma veya basın özgürlüğünü; veya halkın barışçıl bir şekilde toplanma ve şikayetlerinin giderilmesi için Hükümete talepte bulunma hakkını kısıtlayan hiçbir yasa çıkaramaz.”
Takip eden 200 küsur sene boyunca bu genel ilkenin somut durumlar özelinde nasıl uygulanacağı hararetle tartışılageldi, emsal teşkil eden davalar üzerinden ifade özgürlüğünün sınırları yeniden tanzim edildi. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin temel işlevi kurucu metnin hızla değişen toplumsal koşullara nasıl uyarlanacağı konusunda hüküm vermek, bir anlamda seküler tefsir yapmak. Ve koşullar değiştikçe verilen “fetva“lar da değişiyor.
Örneğin, 1919’daki Schenck v. United States davasında, Birinci Dünya Savaşı sırasında askere çağrılan gençleri bu çağrıya uymamaya davet eden Sosyalist Partisi’nin iki üyesinin mahkumiyetinin yasallığı istişare edildi. Charles Schenck ve Elizabeth Baer, posta vasıtasıyla dağıttıkları binlerce bildiriyle gençleri askerlikten caydırıp düşmana destek oldukları gerekçesiyle Espiyonaj Kanunu uyarınca suçlu bulunmuşlardı. Dönemin Anayasa Mahkemesi, savaş halinin ifade özgürlüğü üzerinde kısıtlamalar gerektirebileceği savına dayanarak mahkumiyeti oybirliğiyle onayladı. Takip eden yıllarda ifade özgürlüğünün sınırsız olmadığına dair belki de en sık başvurulan örnek ilk olarak bu davanın karar metninde yer almıştı: “İfade özgürlüğünün en sıkı savunusu bile bir tiyatroda yalan yere ‘yangın var’ diye bağırıp panik yaratan bir adamı koruyamaz.”
Bu davadan 50 yıl sonra, 1969’da Anayasa Mahkemesi’ne intikal eden bir başka dava, dönemin ruhuna uygun olarak, ifade özgürlüğü çıtasının yükseltilmesiyle neticelendi. Gerçi ironik bir biçimde mevzu, Ohio eyaletindeki Ku Klux Klan’ın siyahlar ve Yahudi’leri hedef alan slogan ve konuşmaları, beyazların hakkını korumayan siyasetçileri protesto için Meclis’e yürüme çağrılarıydı.[3] KKK’nın yerel liderinin ismiyle anılan Bradenburg v. Ohio kararında Anayasa Mahkemesi, zora başvurmayı ya da kanun ihlâlini telkin eden ifadelerin doğrudan bir kanun tanımazlığa sebep vermedikleri sürece devlet tarafından sınırlandırılamayacağına hükmetti. Özetle, yarım asır önceki Schenck davasındakinden daha müsamahakâr bir içtihat benimsedi.
Yaklaşık bir yarım asır daha atlayıp “First Amendment” açısından önemli bir başka kilometre taşına değinelim. İfade özgürlüğünün ABD’de zamanla genişlemesi eğiliminin bir tezahürü gibi görünse de 2010’daki Citizens United kararı aslında demokrasi adına müsbet bir gelişme değildi. Citizens United adlı muhafazakâr bir kuruluşun 2008’de Hilary Clinton’ı tefe koyan belgeselinin ve onun reklamlarının televizyonda yayınlanmasına izin verilmemişti. Zira Federal seçim kurallarına göre seçimler öncesindeki 60 günlük zaman zarfında bu tür içeriklerin yayınlanması yasaktı. Citizens United’ın itirazı üzerine Anayasa Mahkemesi’nin masaya yatırdığı vakada mesele bu kuruluşun ifade özgürlüğü olmaktan çıkıp seçim kampanyalarına yapılabilecek bağışlar üzerindeki sınırlamaların tamamen kaldırılmasıyla sonuçlandı. Bir adaya doğrudan yapılan bağışlar üzerindeki kısıtlamalar baki kalmakla birlikte Political Action Committee (Siyasi Faaliyet Komitesi) denilen kurumlar dolayımıyla şirketlerin veya şahısların kampanyalara kanalize edebilecekleri mali destek üzerindeki sınır kalkmış oldu. Ve bekleneceği üzere paranın siyaset üzerindeki ziyadesiyle güçlü etkisi böylelikle iyice dizginlerinden boşandı. Şirketlerin ve zenginlerin ifade özgürlüğü arttıkça vatandaşlarınki azaldı.
Malum, ABD’de ifade özgürlüğü bugünlerde yeni bir tehdit altında. Liberallerin politik doğruculukta çok ileri gidip işi düşünce polisliğine vardırdıklarından, “cancel” (iptal) kültürü marifetiyle woke-izm’i dayatmaya çalıştıklarından yakınan muhafazakârlar Trump’ın ikinci başkanlık döneminde güçlü bir karşı atağa geçtiler. İktidarın bütün imkânlarını seferber ederek eleştirel ırk kuramı (Critical Race Theory), kadın hakları, LGBTQ+ gibi başlıkları sansürlemeye, müfredat ve kütüphanelerden çıkarmaya başladılar. İşi, 19. yüzyılda köleliğe karşı verdiği mücadeleyle efsaneleşmiş siyah, kadın eylemci Harriet Tubman’ın ismini askeri gemilerden, resmi internet sitelerinden silmeye vardıran radikal bir revizyonizmden bahsediyoruz.
İlginçtir, İsrail’e koşulsuz desteğe rağmen Holokost da hedef tahtasındaki başlıklardan. [4] Buna karşın ifade özgürlüğüne karşı yürütülen bu taarruzda en sık başvurulan silah anti- Semitizm ithamı. Gerçi bu Biden’ın başkanlığı döneminde de kullanılan bir yöntemdi ama Trump’ın Beyaz Saray’a geri dönüşüyle birlikte dozu iyice arttı. Columbia, Harvard gibi köklü üniversitelerden milyarca dolarlık devlet desteğini çekmek, yabancı öğrenci başvurularını askıya almak gibi tehditler anti-Semitizm’le mücadele kisvesi altında gerekçelendirilmekte. Tufts Üniversitesi’nde doktora yaparken üç öğrenci arkadaşıyla birlikte okul gazetesine, üniversite idaresini Gazze’deki soykırıma sessiz kalmamaya çağıran bir yazı[5] yazdığı için altı hafta boyunca gözaltında tutulan Rümeysa Öztürk’ün gördüğü muamele ABD’deki gidişata dair ibret verici örneklerden biri.
Gazete demişken, basın özgürlüğü açısından da durum pek iç açıcı değil. Her ne kadar ABD’de televizyon, gazete, sosyal medya üzerinden iktidarı eleştirme serbestisi hala Türkiye’dekinden çok daha geniş olsa da Trump bu cephede de etkili “press” yapıyor. Örneğin, ABC kanalı Trump’a hakaret davasını sonuca bağlamak için Trump’ın başkanlık kütüphanesine (“külliye“ mi desek?) $15 milyonluk bağış yapmaya razı geldi. Meta da 6 Ocak 2021’deki meclis baskını sonrası Trump’ı Facebook’tan çıkarmanın diyeti olarak aynı kütüphaneye $25 milyonluk bağış yapmayı kabul etti. Meta’nın sahibi Mark Zuckerberg, Washington Post’un sahibi Jeff Bezos, ve Google’un (dolasıyıyla Youtube’un) CEO’su Sundar Pichai, Trump’ın ikinci başkanlık yemini töreninde ön saflarda yer almak için $1’er milyon ödediler. Havuz medyası raddesinde değil ama damlaya, damlaya olur belki.
Endişeli gözler yargıya çevrilmiş, güçler ayrılığının bu son kalesinden medet umar durumda. Bu kalenin nihai muhafızları olan Anayasa Mahkemesi yargıçları arasındaki ideolojik denge, Trump’ın bir önceki başkanlık döneminde yaptığı atamalar sayesinde ve Demokratlar’ın mutat basiretsizliklerinden dolayı[6] Cumhuriyetçiler’den yana ağır basıyor. Ve şayet bu aritmetik üstünlüğe rağmen verilen kararlar “First Amendment” lehine çıkacak olursa Trump’ın, Erdoğan’dan ilhamla Anayasa Mahkemesi’ni gözardı etmesi gayet ihtimal dahilinde.
Yıllar önce, sanırım Birikim dergisinde şu minval bir tespit okuduğumu hatırlıyorum hayal meyal: ABD’de ifade özgürlüğü var ama sözün kıymeti yok; Türkiye’de sözün kıymeti var ama ifade özgürlüğü yok. Artık ABD’de sözün kıymetinin arttığı bir döneme giriyoruz.
[1] Kansas merkezli Westboro Baptist Kilisesi mensupları, asker ölümlerini ABD’deki LGBTQ+ “sapkınlığına” karşı tanrının bir gazabı olarak görüyor. Repertuarlarında “Tanrı ABD’den nefret ediyor“, “9/11 için Tanrı’ya şükürler olsun” gibi sloganlar da var.
[2] https://birikimdergisi.com/haftalik/8739/abd-ye-ozgu-kavramlar-sozlugu-second-amendment
[3] İfade özgürlüğünün KKK ile kesiştiği bir başka hadise için bkz. https://birikimdergisi.com/haftalik/10893/abdye-ozgu-kavramlar-sozlugu-bir-anayol-sahiplenin-adopt-a-highway
[4] https://www.cnn.com/2025/03/19/politics/pentagon-website-purge
[5] https://www.tuftsdaily.com/article/2024/03/4ftk27sm6jkj
[6] Obama’nın başkanlık dönemi sırasında Anayasa Mahkemesi’nin liberal yargıçlarından Ruth Bader Ginsburg iyice yaşlanıp sağlığı kötülemesine rağmen görevi bırakmamakta diretip Trump’ın ilk Başkanlık döneminde vefat edince onun yerine birini atama fırsatı Cumhuriyetçiler’e geçti. Biden’ın ikinci defa Başkan adayı olmaktaki ısrarına benzer bu gafletin bedeli ağır oldu.