Savaş artık sadece dışarısıyla tanımlanan, coğrafi sınırlarla sınırlı bir durum değil. Devletin iç işleyişinden uluslararası arenaya, hukukun alanından sokaktaki gösteriye kadar uzanan geniş bir cepheye yayılmış durumda.
T24.com.tr yazarlarından Prof. Dr. Evren Balta, yerkürenin çatışma ortamına ilişkin yorumunda, “Olağanüstü zamanlardan geçiyoruz; çünkü olağan savaş kavrayışımız çöktü.” diyor.
Alıntılayarak aktarıyoruz:
Evren BALTA
@https://x.com/Evreki
@t24.com.tr
https://t24.com.tr/
VİDEO: 3. Dünya Savaşı riski sürüyor mu? Dünya krizler çağını mı yaşıyor?
ABD’de savaşın içeriye sızması
Geçtiğimiz hafta Kaliforniya’dan gelen görüntüler bu yeni savaş halinin çarpıcı örneklerinden biriydi. ABD Başkanı Donald Trump, yasa dışı göçmenlere yönelik sert politikalarını uygulamaya koyarken, Demokrat Parti’nin güçlü olduğu eyaletlerden Kaliforniya bu adımlara açıkça karşı çıktı. Özellikle Los Angeles ve San Francisco gibi şehirlerde, Trump’ın sınır dışı operasyonlarını protesto eden on binlerce kişi sokağa çıktı. Trump yönetimi ise bu protestoları bastırmak için Ulusal Muhafızları devreye soktu ve yaklaşık 4 bin askerle birlikte aktif görevdeki 700 Deniz Piyadesi’ni Los Angeles’a gönderdi. “Tehlike” ortadan kalkıncaya kadar da görevde kalacaklarını ilan etti.
Bu adım, Kaliforniya Valisi Gavin Newsom’un açık itirazına rağmen gerçekleşti. Newsom, bu müdahalenin eyaletin anayasal haklarına aykırı olduğunu savundu; ancak Trump yönetimi, protestoları “eyalet otoritesini aşan bir isyan” olarak tanımlayarak, İsyan Yasası (Insurrection Act of 1807) çerçevesinde doğrudan müdahale hakkını kullandığını ileri sürdü.
Hukuken tartışmalı olan bu karar, yargı içinde de krize yol açtı. Bir federal yargıç, Trump’ın kararını “eyalet onayı olmadan Ulusal Muhafız konuşlandırılamaz” gerekçesiyle geçici olarak durdurdu. Ancak kısa süre sonra Temyiz Mahkemesi yürütmeyi durdurma kararını kaldırarak, askerî birliklerin eyalette kalmasına izin verdi.
Mesele yalnız göç değil
Buradaki tek mesele askerlerin sokağa inmesi değil, Trump’ın hukuku, yargıyı ve eyaletleri zorlama/ele geçirme kapasitesi. Zira mevcut durumda otoriter popülist liderlerin klasik stratejisi devrede: Halkın geniş kesimlerinde karşılık bulan bir sorunu (bu örnekte göçmenlik meselesini) alıp, bunu yetki genişletme aracı haline getirmek. Mahkemeleri, muhalefeti ve eyalet yönetimlerini “milletin iradesine karşı çıkan elitler” olarak gösterip, bu kurumların meşruiyetini sorgulayan bir söylemle hareket alanını büyütmek.
Üstelik Kaliforniya ile federal yönetim arasındaki bu kapışma, geçici ya da yerel bir kriz değil. Aksine, eyaletler arası toplumsal ve politik bölünmenin derinleştiğinin de işareti.
Trump’ın destek haritası coğrafi olarak keskin biçimde ayrışıyor; New York ve Kaliforniya gibi eyaletler, hem eğitim ve nüfus yapısı hem de federal bütçeye katkı düzeyleriyle ülkenin geri kalanından belirgin biçimde farklı. Bu farklar, sadece siyasal tercih değil, toprak temelli bir ayrışma yaratıyor.
Robert Kagan, daha henüz Trump seçilmeden, Trump’ın olası bir ikinci başkanlık döneminin Amerika’yı “anayasal düzenin çözülmesi, eyaletler arası ayrılıkçılık ve bir iç savaş olasılığına” sürükleyebileceği uyarısında bulunmuştu. Bu hafta Kaliforniya’da yaşananlar, bu öngörüsünün soyut bir spekülasyon değil, somut ve hızla gerçekliğe dönüşen bir ihtimal olduğunu gösterdi.
ABD, sadece dış düşmanlarla değil, kendi içinde (hukukla, kurumlarla, eyaletlerle ve kendi halkıyla) açık bir savaşın eşiğinde.
Savaşın diplomasiyi gölgede bıraktığı bir dönem
Geçen hafta içinde uluslararası alanda da benzer bir olağanüstülük hali yaşadık.
Ukrayna–Rusya savaşında diplomasi ile şiddetin iç içe geçtiği yeni bir evreye girildi. İstanbul’da yeni bir ateşkes ve esir değişimi görüşmesi planlanırken, yani müzakereler sürerken, Ukrayna, Rusya’nın hava savunma sistemlerine yönelik büyük çaplı bir saldırı gerçekleştirdi.
Bu saldırının savaşın gidişatını kökten değiştirmesi mümkün görünmüyor. Rusya, saldırıyı “kırmızı çizginin aşılması” olarak değerlendirerek Ukrayna’ya yönelik bombardımanları yeniden yoğunlaştırdı.
Böylece müzakere masasında süren diplomatik süreç, eşzamanlı olarak sahadaki sıcak çatışmayla gölgelendi. Barış arayışları ile şiddet stratejileri iç içe geçti; görüşmeler daha tamamlanmadan fiili olarak savaşın şiddet dozu arttı.
Ukrayna savaşını "üç günde çözeceğini" defalarca iddia eden Trump ise bu süreçte hem Putin’i “çatışmayı tırmandırmakla” suçladı hem de Zelenskiy’yi “savaşı uzatmakla” itham etti. Sonra da “biraz daha savaşmaları iyi olacak” dedi.
Diplomatik dilden uzak, küçümseyici ve alaycı ifadelerle savaşın taraflarını aşağılamaya devam ederek, zaten kırılgan olan müzakere zeminini iyice zayıflattı.
İsrail–İran gerilimi: Bölgesel savaşın eşiğinde
Tüm bunlar yaşanırken, İsrail ile İran arasındaki uzun süredir tırmanan gerilim de yeni bir eşiği geçti. ABD’nin yürüttüğü nükleer müzakereler hâlâ devam ederken, İsrail 12 Haziran gecesi İran’ın kritik nükleer altyapılarına, balistik füze üretim tesislerine ve Devrim Muhafızları’na ait komuta noktalarına yönelik geniş kapsamlı bir hava saldırısı başlattı. İsrail basınında yer alan bilgilere göre saldırılarda üst düzey İranlı mühendisler ve Devrim Muhafızları yetkilileri de hayatını kaybetti.
İran’ın bu saldırılara yönelik seçenekleri sınırlı. Hava saldırısı etkisiz (zira İsrail saldırısından hemen sonra yaptığı saldırı İsrail’in hava savunma sistemleri tarafından büyük oranda durduruldu), kara saldırısı coğrafi nedenlerle imkânsız. İran’ın vekil güçleri geçtiğimiz 1.5 yılda büyük oranda etkisizleştirildi. İran nükleer silah geliştirebilir, ama bunu yapma kapasitesinin ne ölçüde yara aldığı belirsiz. Üstelik her seçenek için zaman lazım.
Trump İran’ın müzakere masasına (eli zayıflamış olarak) dönmesini savaşın durması için şart koşuyor.
İsrail ise bir sonraki hedefini gizlemiyor: İran’da rejim değişikliği. Ancak bu sadece büyük bir kumar değil bölgede büyük karışıklıkların ve yeni dengelerin habercisi. 50 yıllık bir rejimin, ne kadar iç desteğini yitirmiş olursa olsun, bütün bölgeyi ateşe atmadan gideceğini düşünmek saf dillik olur. Gitse bile sonrasında bir istikrar oluşması zor. Ama İsrail gözünü karartmış durumda ve kendisini dengeleyecek/sınırlayacak bir güçte yok.
Kısacası İran zor durumda ve 7 Ekim sonrası bölgede İsrail’in askeri üstünlüğüne dayalı bir rejim adım adım inşa ediliyor.
Trump’ın dış politika mantığı: Güç, kâr ve tehdit
İsrail’in saldırısı, sadece bölgesel dengeleri değil, Washington’un dış politika zihniyetini de yeniden gündeme taşıdı. Trump, İran ile müzakere yürütüyor, zaman zaman Netanyahu’yu azarlıyor, ölçülü ve mantıklı davran diyordu. Aynı zamanda İran’ı askeri güç kullanmakla tehdit etmekten de çekinmiyordu.
Nitekim İsrail saldırısından sadece günler önce, İran’a ya nükleer tesislerinizi kapatırsınız ya da “güzelce” bombalanırsınız demişti. Saldırıdan sonra Reuters’a verdiği demeçte ise “Biz tüm detayları biliyorduk ve doğru olan yapıldı” diyerek İsrail’in operasyonunu doğrudan sahiplendi. Üstelik bunu Amerikan yetkilileri saldırıdan haberimiz yoktu ve bu tek taraflı bir saldırıydı dedikten saatler sonra yaptı.
Bu tutum Trump’ın dış politika modelini özetliyor: fikir değişiklikleri, kısa dönemli maliyet–getiri analizi, ani güç gösterileri ve kalıcı ittifaklar yerine şok etkisi. Askerî güç, onun siyasetinde istikrarı korumak için değil, pazarlık masasındaki elini güçlendirmek için kullanılan bir araç. Eğer İran’ın İsrail tarafından alt edilebileceğine inanır ve bunun Amerika’ya getirisinin maliyetinden daha fazla olduğuna (kulağına son fısıldayanlar tarafından) ikna edilirse İsrail’e açık çek vermeye devam edecektir.
Karşı tarafın iradesini kırmaya, direncini aşındırmaya ve süreci kendi lehine çevirmeye odaklı bu diplomasi anlayışı, yalnızca İran’da değil, Ukrayna krizinde ve Çin’le yürütülen ticaret savaşında da aynı kalıpla karşımıza çıktı.
Ortada egemen eşitler arasında yürüyen bir müzakere yok. Bunun yerine, uzun vadeli sonuçları umursamayan; gücü elinde tuttuğunda asimetriyi acımasızca kullanan; şeffaflık ya da hesap verebilirlik gibi ilkelere en başından sırtını dönmüş; yalnızca kısa vadeli çıkarını gözeten bir pazarlık dayatması var.
Yeni normalde siyaset
Trump yönetimi savaş fikrini yalnızca dış politik bir araç değil, iç siyasetin de temel dayanağı haline getirdi. "Savaş" artık yalnızca orduyla değil; kurumların yıpratılmasıyla, hukukun esnetilmesiyle, muhalefetin düşmanlaştırılmasıyla ve toplumsal güvensizliğin sistemli biçimde beslenmesiyle yürütülüyor.
Trumpçı siyaset, açık düşmanlıkları teşvik eden; şeffaflık ve müzakere yerine şok ve gösteriyi tercih eden bir yönetim tarzı.
Bu tarz içeride büyük gerilimlere gebe.
Dışarıda ise böylesi bir güce karşı direnç daha fazla sertlik ya da içeride daha fazla kontrolle değil, krize dayanıklı bir iç siyasetle kurulabilir. Kurumlara duyulan güveni koruyan, toplumsal bağları zayıflatmak yerine güçlendiren ve iç meşruiyeti dış baskıya karşı bir direnç alanına dönüştüren bir siyasal zemin, en etkili savunma (ve müzakere) aracı.
Bu dönemden bunu yapabilen aktörler görece sağlam çıkacak.
-------------------------
Prof. Dr. Evren Balta kimdir?
Evren Balta, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. ODTÜ’de ‘sosyoloji’, Columbia Üniversitesi’nde ‘uluslararası ilişkiler’ alanında yüksek lisans yaptı. Doktora çalışmasını ‘siyaset bilimi’ alanında New York City Üniversitesi’nde tamamladı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, popülizm, güvenlik, dış politika, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında yoğunlaşan çalışmalar yaptı.
Derleme çalışmaları Türkiye’de Devlet, Ordu ve Güvenlik Siyaseti (İsmet Akça ile birlikte, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010); Küresel Siyasete Giriş (İletişim Yayınları, 2014), Kuşku ile Komşuluk: Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler (Gencer Özcan ve Burç Beşgül ile birlikte, İletişim Yayınları, 2017) adlarıyla yayımlandı.
Küresel Güvenlik Kompleksi (İletişim Yayınları, 2012), Tedirginlik Çağı: Şiddet, Siyaset ve Aidiyet Üzerine (İletişim Yayınları, 2019), The American Passport in Turkey: National Citizenship in the Age of Transnationalism (Özlem Altan-Olcay ile birliktee, UPenn, 2020) adlı kitapları yayımlandı.
Türkiye’de Amerikan Pasaportu / Ulusötesi Çağda Aidiyet ve Vatandaşlık (Koç Üniversitesi Yayınları, 2024) adıyla Türkçe’ye çevrilen ortak çalışması, 2021 yılında Amerika Sosyoloji Derneği’nin en iyi kitap ödüllerinden birine değer görüldü.
Araştırmaları Fulbright, Mellon Vakfı, Social Science Research Council, American Association for University Women ve TÜBİTAK tarafından desteklendi.
Özyeğin Üniversitesi’ne katılmadan Avusturya ve ABD’de akademik çalışmalar yaptı, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde ‘kıdemli araştırmacı’, TÜSİAD bünyesinde oluşturulan Küresel Siyaset Forumu’nda ‘akademik koordinatör’ olarak görev üstlendi, New York City Üniversitesi The Graduate Center’dan ‘seçkin mezun’ ödülü aldı.
Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı görevini yürütürken, 2024/2025 akademik yılı için “kıdemli araştırmacı” olarak Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde çalışmaya başladı.