Usta foto muhabiri Garbis Özatay ebediyete uğurlandı

Usta foto muhabiri Garbis Özatay ebediyete uğurlandı
Paylaş
  • Linkedin
  • Pinterest
  • Whatsapp
  • Telegram
  • Reddit
A- A+ Paylaş

Türkiye'nin önde gelen usta foto muhabirlerinden Garbis Loris Özatay ebediyete uğurlandı. 79 yaşında vefat eden Garbis Loris Özatay, yarım asrı aşan meslek yaşamında unutulmaz fotoğraflarıyla Türk basın tarihine iz bıraktı.

Özatay için İstanbul'da Kadıköy Surp Takavor Ermeni Kilisesi’nde cenaze töreni düzenlendi. Törene ailesinin yanı sıra çok sayıda gazeteci, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) üyeleri, meslektaşları Coşkun Aral, Zafer Arapkirli, Ercan Arslan, Aramis Kalay,  Fuat Kozluklu, Musa Ağacık, Adem Meleke, Musafa Seven, Derya Sazak, Nazım Alpman, Reha Erus ve Musa Kart katıldı. 



Özatay, kilisedeki törenin ardından dualar eşliğinde Üsküdar ilçesinde Bağlarbaşı Surp Haç Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Kibrit kutusuyla TBMM'yi çekti

Garbis Loris Özatay, foto muhabirliği kariyerinde sıra dışı deneyimlerden birini de 1971’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaşadı. Bir oylamayı görüntülemek için Meclis’e gittiğinde, güvenlik nedeniyle fotoğraf makinesi içeri alınmadı. Ancak yaratıcı bir çözüm bulan Özatay o günü şöyle anlatmıştı: “1971’de TBMM’de bir oylamaya makineyle alınmadım. Ben de kibrit kutusunu fotoğraf makinesine çevirdim. Merkezini buluyorsun, bir tane kalın ataç sokup çıkarıyorsun. Tamam, bu fotoğraf makinesi oldu. Buraya kırmızı bir seloteypi yapıştırıyorsun. Çekmecesini açıp buraya filmi kesiyorsun. Ve fotoğrafı çektim. Kabul edenler el kaldırıyordu, o anı çektim.”



Kardak krinizin fotoğrafı

Garbis Loris Özatay’ın Milliyet Gazetesi’nde çalışırken en unutulmaz görevlerinden biri, 1996’daki Kardak krizinde kayalığa bayrak diken SAS komandolarının fotoğrafını çekmesiydi. O dönem Türkiye ile Yunanistan arasında büyük gerilime neden olan Kardak kayalıklarına ulaşmak için sürat botu kiralayan Özatay, yaşadıklarını şöyle anlatmıştı: “Kardak krizinde sürat botu kiraladım. Sabah erkenden çıktık yola. Yağmur yağıyordu. Makinem ıslanmasın diye otelden aldığım poşeti sardım, sadece objektifin ön tarafı açıktı. Ana gemiden anons ettiler, ‘Durun’ diye… Biz durmadık, devam ettik. Kayalıklara çıktığımızda bir asker yukarı doğru tırmanıyordu. Ona baktım, Atatürk’ün Kocatepe’ye çıkarken çekilmiş bir fotoğrafı var ya işte o silüete benzettim. Öyle bir görüntü yakaladım.”
 

Papa'ya gardını aldıran fotoğraf

Özatay ile iilgili en ilginç anıyı ise hem meslektaşı hem de dünürü olar Reha Erus aktarıyor.

'55 yıllık meslektaşım ve dünürüm Garbis Özatay'ı kaybettim' diyen Erus, ilginç anısını da şöyle anlatıyor:

Benim Babıali’deki lakabım uzun yıllar “Papa’ya gard aldıran gazeteci” ydi. O zamanlar Katolik dünyasının ruhani liderleri medya için bir tabuydu. Hiç konuşmazlar, röportaj vermezler ve asla resim çektirmezlerdi. Demirperde’den gelen “sakıncalı Papa” II. John Paul, ülkesi Polonya’ya yaptığı ilk resmî ziyaret sonrası Fener Rum Patriği’ni ziyaret için İstanbul’u tercih etmişti.

“Acaba bu değişik, sıra dışı din adamı ile röportaj yapabilir miydim?” diye düşündüm. Ve nasıl yapacaktım? Düşüncemi yılların usta foto muhabiri, deklanşörünün hiçbir kareyi affetmediği Garbis Özatay’a açtım. “Bakarız” dedi. Vatikan’ın Türkiye temsilcisi Monsenyör George Marovitch’e konuyu açmış. Tabii ilk yanıt olumsuz olmuş. Garbis ısrarını sürdürmüş, sonunda ev sahibi temsilci pes etmiş ve “Papa hazretleri şafak vakti tek başına dua eder. Siz Harbiye konutuna gelin, ben sizi arka kapıdan bahçeye alacağım. Duası bitince mini salonda karşılaşırsınız. Gerisi size kalmış” demiş.

Sanırım 1979 Kasım’ının son günüydü. İki saat boyunca yağmurun altında zangır zangır titreyerek, içeri alınma anını iple çektik. Sonunda kapı açıldı ve biz içeriye daldık. Papa II. John Paul karşımda duruyordu. Yanına adeta dar alanda koştum ve; “Papa hazretleri, ben dünya spor yazarlarını temsilen huzurunuzdayım. Lütfen bir mesaj verir misiniz?” diye sordum.

Din adamı birden iki elini boksör gibi sıkarak, “Ooo, ben çok spor yaptım. İyi bir boksördüm. Şimdi gardını al” diyerek vururmuş gibi yaptı.

O an ben yiyeceğim yumruğu değil, Garbis’in bu anı görüntüleyip görüntülemediğini düşünüyordum. Papa bir mesaj yazacağı sözü verdi ve yanından ayrıldık.

Dışarıda Garbis’e “Gard alma anını çekebildin mi?” diye sordum. “Reha, dört kez deklanşöre bastım. İnşallah vardır. Ben de heyecanlandım” yanıtını verdi.

Papa’nın Fener Patriği’ne yapacağı ziyareti izleyeceğim için makarayı bana verdi. Meslek hayatımı değiştirecek o makarayı paltomun cebinde sımsıkı tutarken, 33 dakikada banyo edilecek filmden ne çıkacağı merakı da ayrıca beni çıldırtıyordu.

Gazeteye geldim, önce film yıkandı. Elime aldığımda gıcır gıcır dört kare vardı. Papa bana yumruklarını sıkmış, başını hafif sağa eğmiş, dikkatle rakibi yani beni süzüyordu. Garbis Özatay yine mesleğini konuşturmuştu.

Spor servisine indim ve müdürümüz, rahmetli Namık Sevik’e: “Abi, ben Papa ile röportaj yaptım” dedim. Okkalı bir küfür yedim. “Vallahi şaka yapmıyorum. Bunlar da resimleri” dedim.

Ertesi gün gazetemin birinci sayfasında şu başlık vardı: “Papa, Milliyet muhabirine yumruk attı.”

Sevgili Garbis Özatay büyük başarılarına bir yenisini daha eklerken beni de dünyaya tanıtmıştı. Ajanslar ve belli başlı yabancı gazeteler “İşte Papa’nın yanına kadar girebilen ve dini liderden yumruk yiyen Türk gazeteci” diye o ünlü fotoğrafı kullandılar.

Tek kare ile kaderim değişmişti. Arka arkaya ödüller geldi ve sonunda yeni kurulan Güneş gazetesi beni İtalya ve Vatikan temsilcisi yaptı.

Milliyet'in Garbis abisi

Garbis Loris Özatay, 1975’te çalıştığı Hayat mecmuasından Abdi İpekçi’nin isteğiyle Milliyet Gazetesi’ne geçti. Daha sonra Güneş Gazetesi’nde fotoğraf editörü olarak çalıştı. 1990’da Cumhuriyet, 1994’te yeniden Milliyet’te görev aldı. Milliyet’te “Gidilmemiş ve Bilinmeyen Yerleriyle Türkiye” adlı proje üzerinde çalıştı. 1995’te “İstanbul’un Yanı Başı Cennet”, 1996’da “Tarih Doğa İç İçe, İç Anadolu Bölgesi”, 1997-1998 yılları arasında “Tarih Doğa İç İçe Karadeniz ve Ege Bölgesi”, 2000 yılında da “Adım Adım GAP” çalışmasıyla projesini tamamladı. Kardak fotoğrafıyla 1997’de Sedat Simavi Fotoğraf Ödülü’nü aldı. Milliyet Gazetesi’nden 19 yıllık çalışması sonrası ayrıldı. 2023-2025 yılları arasında TGC Yönetim Kurulu’nda görev yaptı. Özatay, 2019 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü ve Sürekli Basın Kartı sahibiydi; evli ve bir çocuk babasıydı.

TGC: Unutmayacağız

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Özatay’ın vefatının ardından yayımladığı mesajda, “Gazetecilik mesleğine uzun yıllar başarıyla hizmet eden önceki yönetim kurulu üyelerimizden Garbis Özatay’ı kaybetmenin üzüntüsü içindeyiz. Onu hiç unutmayacağız. Meslektaşımızın ailesine ve basın topluluğumuza başsağlığı diliyoruz” ifadelerine yer verdi.

Garbis Loris Özatay kimdir?

1946’da İstanbul’da doğdu. 1962’de fotoğrafçılığa başladı, Ara Güler ile tanıştı. 1966’da ‘Yeni Galatasaray’ motorunun batışını su altında fotoğraflayarak Türk Haberler Ajansı’nda (THA) fotomuhabirliğe adım attı. 

İLK ÖDÜLÜNÜ 1970’TE ALDI

1969’da THA’ya kadrolu giren Özatay, 1970’te TGC tarafından “Gazetecilik Başarı Ödülü” ile onurlandırıldı. 1971’de Ürdün Kralı Tallal’ı Şifa Yurdu Hastanesi’nde gizlice görüntüleyerek birincilik kazandı. Bu kareyi yakalayabilmek için hastanede 10 gün boyunca bahçıvan olarak çalıştı. Çekim sonrası Ürdün’e girişi yasaklandı. 1975’te “Hayat Mecmuası”ndan Milliyet gazetesine geçen Özatay, sonrasında Güneş gazetesinde fotoğraf editörlüğü yaptı. 1990’da Cumhuriyet, 1994’te yeniden Milliyet’te çalışmaya başladı. Burada “Gidilmemiş ve Bilinmeyen Yerleriyle Türkiye” projesini yürüttü. Bu kapsamda 1995’te “İstanbul’un Yanı Başı Cennet”, 1996’da “İç Anadolu”, 1997-1998’de “Karadeniz ve Ege”, 2000’de ise “Adım Adım GAP” çalışmalarını tamamladı.



KARDAK FOTOĞRAFI İLE TARİHE GEÇTİ

1996’daki Kardak krizi sırasında kayalığa bayrak diken SAS komandolarını fotoğraflamayı başardı. Bu karesiyle 1997’de “Sedat Simavi Fotoğraf Ödülü”ne layık görüldü. Milliyet’te 19 yıl görev yapan Özatay, 2019’da Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü’nü aldı ve sürekli basın kartı sahibi oldu. 2024-2025 yıllarında ise Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu’nda görev yaptı.

Garbis Özatay’a veda: "Fotoğraf konusunda inatçıyımdır"

Özatay’ın vefatının ardından meslektaşları, birlikte çalıştığı kurumlar ve Ermeni toplumundan başsağlığı mesajları paylaşıldı. Biz de Garbis Özatay’ı, Agos’un 30 Mayıs 1997 tarihli, 61. sayısında yer alan bir röportajla uğurluyoruz. Bir başka usta fotoğrafçı Aramis Kalay foto muhabiri Garbis Özatay ile kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirmiş, Özatay’a bu röportajda mesleğe nasıl başladığını, hangi önemli işlere imza attığını anlatmıştı. Aramis Kalay'ın "Fotoğrafta yoruma karşıyım" başlıklı söyleşisinin tamamını yayınlıyoruz:

20 Mayıs 1946 İstanbul doğumlu, foto muhabiri Garbis Özatay yaşamının yarısından fazlasını (dile kolay 30 yıl!) gazeteci olarak geçirmiş. Gözlerini kapattığında tüm yaşamı bir film şeridi gibi değil, fotoğraf kareleri olarak gözlerinin önünden geçiyor. Mesleğine âşık, sessiz (en azından öyle görünüyor) mütevazı, hırslı, inatçı, ona göre en iyi görüntüyü elde etmek uğruna denenen her yol mübah! Çünkü gazetelerini okuyan milyonlarca gözün, olayları “kendi gözünden” gördüğünün bilincinde. Sütunlarca haberi, haberin inandırıcılığını, tarafsızlığını, büyük ölçüde çarpıcı bir fotoğrafın okunur kıldığının sorumluluğunu üzerinde taşıyor. Türkiye’nin tamamını 11 kez gezen Özatay’ın Fransa, Hollanda, Almanya, Bangladeş, İran, İsrail, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Afrika haber amaçlı gittiği ülkelerden bir bölümü. Foto muhabirliğine 1966’da Haber Ajansı’nda (bugünün Hürriyet Haber Ajansı) başlayıp halen Milliyet gazetesinde sürdüren Garbis Özatay’la genelde gazetecilik, özelde foto muhabirliği üzerine yapılan söyleşiyi sunuyoruz.
 

Garbis Özatay’a veda:

Gazeteci ya da foto muhabiri olmayı ne zaman düşündün, mesleğe nasıl başladın?

Çocukken büyüyünce pilot olmak isterdim. En büyük tutkum uçmaktı. “Baba ben okumayacağım” diye direttim, mıhlayıcılığa başladım. Nubar Gıdık diye biri vardı, onun yanına verdiler beni. Delinin Allahı, sağa bakıyorsun tokat, sola bakıyorsun tokat... Ben orada baba korkusu ile dokuz buçuk ay çalıştım. Bu bir rekordu... Yani engizisyon mahkemesinde bu kadar eziyet yapmazlar insanlara. Bana traş fırçası ile badana yaptırdı. Artık işe gittiğimde terslik çıkarmaya çalıştım, usta beni azarlayınca kaçtım. Daha sonra fotoğrafçı Rum bir ustanın yanında çalıştım. Bütün sanatımı, fotoğraf çekmeyi onun yanında öğrendim. Yorgo, Deli Yorgo derlerdi. Askerden önce bu işe ilk ’66’da başladım. 1966’da Yeniköy vapuru ile Yeni Galatasaray gezi motoru Yeniköy’de çarpışıp batmıştı. 27 kişi ölmüştü. Motorun denizaltında fotoğraflarını çektim, bunlar yayınlanınca da mesleğe başlamış oldum. Haber Ajansında, daha sonra askere gittim. O zaman Haber Ajansı olarak anılıyordu, sonra Hürriyet Haber Ajansı oldu. Askerden geldim, Ahmet Ural bana “Garbis artık renkli fotoğraflar gündeme giriyor yavaş yavaş. Sami Güner’in yanında renkli fotoğrafı öğrenirsin” dedi.

Sami Güner ne yapardı?

Reklam fotoğrafları çekerdi, orada laboratuvarda çalışmaya başladım, sonra reklam fotoğrafları çekmeye başladım. Türk Haberler Ajansı’na gel dediler. ’69 yılında Kanlı Pazar olayı sırasında başladım. 7 sene haberlerde çalıştım. Türk Haber Ajansı o zaman Bab-ı Ali’nin Yüksek Gazetecilik okuluydu, orada bayağı kendimi yetiştirdim. İlk dikkat çeken fotoğrafımı kimseye hissettirmeden çektim.
Suçsuz birini falakaya yatırmışlardı... Daha sonra, Ürdün Kralı Hüseyin’in babası Kral Tallal’ı çektim, deli diye, ihtilal yaptı diye kapatmışlar, fotoğrafını kimse çekememiş o güne kadar. Bir gün gittim hastaneye, doktora kendimi acındırdım, bahçede çalışacak iş istedim, bir hafta çalıştım. Bahçıvanın ağzını aradım, o da bana hastanede bir kralın yattığından ve ezan sesi duyduğunda dışarı çıkıp selam durduğundan dolayısı ile hastane mescidinin hoparlörünün çıkarıldığından bahsetti. Ben de bunu öğrenince, radyocu arkadaşıma rica ettim, istediğim vasıflara uygun bir teyp yaptırdım. Güneşin en iyi ışık verdiği zaman, baktım ortalıkta kimse yok, ıhlamur ağacına çıktım, teybi onun yaprakları arasına gizledim, fotoğraf makinesini de diğer ağacın yaprakları arasına gizledim ve zamanı geldi, çıktım ağaca, açtım teybi, indim balkona. Kral çıktı ve başladı selam vermeye. Ezan bitene kadar devam etti, korkumdan inemedim ağaçtan. Millet dışarı çıkana kadar ezan bitti, baktılar sağa sola bir şey bulamadılar. Bunlardan sonra adam balkondaki süpürge sopasını omuzuna aldı ve başladı asker gibi yürümeye, 7 dakikada bir makara film çektim. Aşağıda insanlar dolaşıyor, inemiyorum. Ağacın üzerinde sabahladım. Sabahın erken saatlerinde ağaçtan indim, makineyi gömleğime sardım, Cağaloğlu’na ajansa geldim. Ertesi gün bütün gazetelerde çıktı, bir sürü para geldi. Ardından AKM’nin yangın olayını çektim, yani bayağı güzel işler yapmıştım. 

Hayat mecmuasına, oradan da Milliyet’e geçtim 7-8 yıl orada çalıştım. Bir ara sıkıldım gazeteciliği bıraktım ve kuyumculuk yaptım 1-1,5 yıl kadar, iyi de para kazanıyordum Fakat sağlığımdan kaybettim çünkü kuyumculukta bütün gün oturuyordum oysa ben alışmıştım dağ bayır koşuşturmaya. Daha sonra Milliyet’ten ayrılan bir grup “Güneş’e geçtik gel beraber çalışalım” dedi, kabul ettim.

Usta foto muhabiri Garbis Özatay’a veda! Son yolculuğuna böyle uğurlandı - Sayfa 7

Sana fotoğrafçı denince neler hissediyorsun?

Bu tanıma çok kızıyorum. Ben fotoğrafçı değil, foto muhabiriyim.

Bu meslek özel yaşamı nasıl etkiliyor?

Pek öyle özel yaşam diye bir şey yok. Eğer gazetecilik yapacaksan düzenli bir hayatın olamaz.

İyi ve etkileyici fotoğraf çekmenin yolu nedir?

İyi görüntü için her türlü çabayı sarf ederim. Fotoğraf konusunda inatçıyımdır. Beklerim, çok sabırlıyımdır. Beklediğimi de kimseye hissettirmem. Bir örnekle anlatayım. Semra Özal’ın Papatyalar Vakfı’yla Güneydoğu’ya gidiyoruz. Bir ara aklıma geldi. Acaba şoför bu yöreyi biliyor mu? “Bir gün önceden güzergahı bildiriyorlar. Haritaya bakıp buluyorum” dedi. “Buralar tekin yerler değil. Yol ortasında paket, teneke parçası görürsen, sakın üstünden ya da yanından geçme” dedim. Bir süre sonra yolda bir paket görünce fotoğrafını çekip arkada oturan koruma polisine “Yolun ortasında bir cisim vardı. Bir baktırsana” dedim. Bitlis’e geldiğimizde polis “Ağbi hepimizin hayatını kurtardın. Paketteki manyetik bombaymış. Sana minnettarız” dedi. Kahvaltıda Semra Özal, Güneş gazetesini eline alıp bu haberi görünce büyük bir şaşkınlık geçirdi. Ben de bu anı fotoğrafladım. Kafiledeki diğer gazeteciler “Aynı otobüsteyiz. İnsan böyle atlatılır mı?” diye bana bayağı sitem ettiler.

Ermenistan’a röportaj yapmaya gitmiştin. İzlenimlerini anlatır mısın?

Gitmek için çok büyük zorluk çektim. O güne kadar Mehmet Ali Birand dahil hiçbir gazeteci Ermenistan’a girememişti. THA’dayken tanıştığım Sovyet Tass Ajansı’nın İstanbul muhabiri olan eski bir dostumun davetiye göndermesiyle Ermenistan’a girdim. Deprem olmuştu ve gizli tutuluyordu. 1988’de ölü sayısı yüksek değil, diyorlardı. Şüphelenip gittim. Rehber ayağı altında KGB ajanı birini verdiler. Nereye gitmek istesem bir sebep uydurup engelliyor. İstanbul’dayken yabancı haber ajanslarını izleyerek en çok hasar nerede biliyorum. Depremin merkezi Leninakan’a geldik fakat şehre kimseyi sokmuyorlar. Her şeyi yeleğimin cebine dağıttım. Fotoğraf çekmenin yollarını arıyorum. Şehrin girişinde iki tank, altında da kalpaklı askerler duruyor. Bir sigara çıkarıp birine uzattım. Sigaramı yakmak için bir kibrit çıkardı. Hemen çakmağımla yaktım. Çakmağa hayran hayran bakınca “Al" dedim, “Senin olsun”. Çok sevindi. Bunun üzerine parkamın cebindeki küçük Nikon’u çıkarıp hatıra fotoğrafını çektim. Bir kare de beraber çekildik. Akrabalarımı aramak için geldiğimi söyleyince bana Kızılhaç’ın bürosunda ölü ve yaralı listesine bakmak için izin verdi. Gözden kaybolunca yelekten makinalarımı çıkardım ve 28 makara fotoğraf çektim. Bu röportaj çok ses getirdi.

Senin için fotoğrafın anlamı nedir?

Birinci derecede anlamı belgedir. Ondan sonra kişinin yorumuna göre anlamı değişir.

Foto muhabirliği yapmayı düşünen gençlerimize neler önerirsin?

Önce yaptıkları işi sevsinler. Özenti olarak yapmasınlar. Sorumluluk sahibi olsunlar. İşine karşı sorumluluk örneğine başımdan geçen bir olayı anlatayım. Türk Haberler Ajansı’nda çalışıyorum. Mecliste önemli bir görüşme var diyerek beni Ankara’ya gönderdiler. Ankara’dan bir muhabirle meclise gittik ama fotoğraf çekmek yasak diyerek beni içeri sokmadılar. Ben direttim. Anadolu Ajansı’ndan arkadaşlar, bak dediler biz de makinalarımızı bıraktık. Bunu görünce ısrar etmedim. Bir kutu kibrit aldım. İçini boşaltıp kırmızı ışıktan etkilenmeyen ortokromatik filmden kesip kutunun içine koydum. Işıktan etkilenmesin diye kırmızı bantla çevresini bantlayıp ortasına bir delik açtım. Deliğin üstünü de bantlayıp meclise gittim. Meğer o gün çok gizli bir oturum varmış. Sıra oylamaya gelip eller havaya kalkınca bantı açıp kibrit kutusununun deliğini objektif gibi kullanarak fotoğraf çektim. Ajansta yıkayıp İstanbul’a gönderdim. O toplantıda çekilebilen tek fotoğraf olarak birçok gazete ve dergide kullanıldı. Yeter ki kafama koyayım!

Son bir soru. Hiç cemre fotoğrafı çektin mi?

Yok ama çektirdim!

Meraklısına not: Cemre fotoğrafı acemi foto muhabirlerine yapılan bir şakadır. Şef, foto muhabirini çağırıp, “Bugün cemre denize düşecek, gidip fotoğrafını çek, yarın 1. sayfada kullanacağız” der. Acemi muhabir saatler sonra süklüm püklüm geri dönüp çekemediğini söylediğinde zaten böyle bir şeyin olamayacağı kendisine anlatılır!

Bir yanıt yazın

Yanıt yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.