Devletlerin ve Dinlerin Yetimi: Büyükada Rum Yetimhanesi

Devletlerin ve Dinlerin Yetimi: Büyükada Rum Yetimhanesi
Paylaş
  • Linkedin
  • Pinterest
  • Whatsapp
  • Telegram
  • Reddit
A- A+ Paylaş

APAÇIK RADYO YAYININDAN ALINTILANMIŞTIR

Dünya Mirası Adalar'da Derya Tolgay, turizm yatırımı adı altında yeni bir tehditle karşı karşıya olan dünyanın en büyük ikinci ahşap yapısı Büyükada Rum Yetimhanesi’ni konuğumuz psikolog ve yazar Gündüz Vassaf ile konuşuyor.

Derya Tolgay: Merhabalar, Apaçık Radyo’da Dünya Mirası Adalar programına hoşgeldiniz. Ben programcılardan Derya Tolgay, bugün Nevin yok ama çok yakınımızda, sokaklarda şu anda haber yapıyor, onun için katılamıyor. Biz de zaten Tophane'nin ara sokaklarından hangi yoldan, nereye gideceğiz, nereye çıkabiliriz, o vasıta, bu vasıta kapalı, yolların kapalı olduğu tuhaf zamanlarda dibin dibine vurduğumuz zamanlardayız. Yalnız değilim, teknik masada Andrei Gritcu bizimle. Andrei’ye de çok teşekkürler ve ayrıca destekçimiz Hatice Kiliş'e çok teşekkür ediyoruz.

Biz geçen hafta Büyükada Rum Yetimhanesi serisinin ilkiyle başlamıştık ve bugün de devam ediyoruz. Bazı yapılar yalnızca taş, ahşap ya da tuğladan ibaret değildir ve yetimhane de işte böyle, tam da bunun böyle vücut bulmuş hali. Onlar zamanın belleğini, insanlığın travmalarını, umutlarını ve sessizliğini taşıyorlar ve Büyükada'nın tepesinde zamana, rüzgara, suskunluğa ve geçmişe direnen dünyanın en büyük ikinci ahşap yapısı, monoblok. Büyükada Rum Yetimhanesi program serimizin ikincisindeyiz ve Türkiye'nin önemli düşünürlerinden sevgili dostumuz, psikolog ve yazar Gündüz Vassaf da bizimle. Gündüz, hoşgeldin.

Gündüz Vassaf: Hoşbulduk Derya. Şu anda bulunduğum yerden yetimhaneyi, çöküşünü görebiliyorum ve kim çöktürdü diye kendime soruyorum.

Fotoğraf: Derya Tolgay


D.T.: Evet, sen Sedef Adası'ndan bakıyorsun. Bizler Büyükada'dan, diğer arkadaşlarımız diğer adalardan ve İstanbul'dan… Yani İstanbul peyzajı için muazzam bir yapı her anlamda. Bakıyorum derken, sen esasında uzun zamandır bakıyorsun; yedi senedir de ne olup ne bittiğine şahitlik ettin çünkü hafızasını çoktan yitirmiş İstanbul'un yanı başında hala direnen Prens Adaları'nın kültürel peyzajı o. Hafıza, turizme; kültür, ranta; yavaşlık, hız ve tüketime feda edildiği bir İstanbul şehri var. Biz de Prens Adaları’na ‘Son İstanbul’ diyoruz. Büyükada Rum Yetimhanesi, İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi Meclisi'nin aldığı kararla turizm yatırımına dönüştürülmek isteniyor ve sen de çok iyi biliyorsun ve takip ediyorsun. Ben biraz seni geçmişe götüreceğim. Yedi seneden fazla oluyor neredeyse. 2018'de Galata Rum Okulu'nda düzenlenen ‘206 Odalı Sessizlik’ sergisi kapsamında bir sürü etkinlik olmuştu ve o kreatörler, orada çalışan, emeği geçen o sergiye düzenleyen sanatçılar, tüm kişilerle beraber, senin de dahil olduğun, bu binanın hem içinden, hem de dışından bütün ayrıntılarıyla bakabilme şansımız olmuştu. O zaman içine girilebiliyordu. Üst katlara çıkılamıyordu ama bunu söylememin nedeni de girilebilir bir yapıydı yani çok kolaylıkla kurtulabilecek, kurtarılabilecek bir yapıydı ve o gün sen, ben, Akillas, Milas üçümüz yürüyerek Kadıyoran Yokuşu’ndan aşağıya inerken, Akillas Bey'in anılarıyla ve hatta titreyen sesi ve gözyaşlarıyla bize anlattığı şeyleri hatırlıyorsun diye düşünüyorum ve oradan başlayalım istiyorum.

G.V.: Evet, o yürüyüş yetimhaneden hepsini hatırlayarak, Akillas Bey'in oturanları, evlenmelerini, ölümlerini hatırlayarak indik yokuş aşağı ama tam yokuş aşağı inişti aynı zamanda - olumsuz anlamda çünkü mülk sahibi, mal sahibi yetimhanede bizi dolaştırırken belki temsilcisi vardı ve doğanın içindeki böyle kıymetli bir yerin çökülmesine nasıl müsaade ediyorlar diye onun yerinde olmak istemezdim diye düşünmüştüm. Galiba sonuçta sanki bir dilenen pozisyonunda patrikhanenin temsilcisi yoksulluktan, parasızlıktan söz ediyordu ve o zaman kendilerine önerilen çözüm oradaydı, ‘Yahu şu çatının üstüne geçici bir koruyucu yapı koyun’. O zamanın parasıyla maliyeti 50 bin dolar mı, 100 bin dolar mı gibi büyük bir şey değildi. ‘Niçin bunu yapmıyorsunuz?’ diye kendilerine sorduğumu hatırlıyorum, cevapsız bırakmışlardı. Şimdi aradan yedi yıl geçti ve böyle bir şey yapmadılar, daha da çöktü, artık ölüme terk edilmişti ama bunu Türkiye'den de biliyoruz; bilerek ölüme terk edilen yapılar çöksün ki üstünden para kazanalım diye terk edilen yapılar bunlar. Anlaşılan Patrikhane'nin de planı buymuş.

Eğer bunu çatısını koruyacak kadar paraları yoktuysa ve hala yoksa benim bir önerim var Patrikhane'ye; mallarını, mülklerini koruyamıyorlar ise doğaya, yangınlara tehdit edecek bir şekilde bırakıyorlar ise onlardan bunu çok daha iyi yapan, mallarını çok daha iyi koruyan Vatikan var. Şu dükkanı kapatsınlar ve mallarının mülklerini Vatikan'a devretsinler. Çok daha iyi korurlar. Üstelik biliyoruz ki son Papa, ölen Papa ne kadar doğa dostuydu, ne kadar çevre dostuydu ki yeni papa da öyle. Elini uzatsın Patrikhane, ‘Alın burayı, siz koruyun’ desin. Bu kadar beceriksizlerse utanmıyorlar mı?

D.T.: Çok önemli bir şey söyledin ve çok çok da haklısın. Ben tekrar yine eskiye gittim Gündüz, yine aynı senelerde sen ve Nilay Özlü vardı, ben de moderatörlüğünü yapmıştım - biraz da senin itelemenle bu cesareti bulmuştum. Oradaki konuşmanda çok önemli bir şey söylemiştin. Bu arada ben bir hatırlatma yapayım; arzu eden dinleyicilerimiz bu yazıyı yani bu konu haber olmuştu bianet'te ve onun da linkine ulaşabilirler sosyal medyamızdan. Yedi sene öncesi ve sonrasını daha iyi anlayabilmek için iyi bir yazıydı; Devletlerin ve Dinlerin Yetimi: Büyükada Rum Yetimhanesi. Bugün de çok net bir şey ve çok başlık olacak bir şey söylüyorsun. Buradan ‘Devletlerin ve dinlerin yetimi’ üzerine de halen söyleyeceğin bir şey var mı?

G.V.: Evet, yetimhaneyi açanlar kendileri yetim oldu. Madem bu kadar mağrurlar, mağrurluğa oynamaya artık gerek yok. ‘Ah bak bak, başımıza neler geldi. Eskiden neydik, şimdi neyiz?’ gibi yetimliğe oynamasınlar artık, buna ihtiyaç yok. Genel olarak devletler de tabii, ulus devlet özellikle yetim oldu çünkü uluslararası sermayenin yetimi, kendi çıkardıkları savaşların yetimi ulus devletler. Kendi kurdukları kurumları içten - Birleşmiş Milletler gibi - sabote etmenin yetimi ulus devletler. Başka ne diyebiliriz Derya? Raf ömürlerini doldurdular, cemaatlerini koruyamayan, ülkelerini koruyamayan, dinlerle inançlarının siyasallaştırıp düşmanlığa yöneltilmesine yol veren din adamlarıyla, keza onları arka çıkan devletlerle dünyayı yetimleştiriyorlar, doğayı yetimleştiriyorlar.

D.T.: O zaman ben şöyle bir şey de sormak isterim; David Harvey'in Asi Şehirler kitabında nasıl bir şehir istediğimizden, nasıl insanlar olmak istediğimizden, ne tür bir yaşam arzuladığımızdan ve hangi estetik, etik değerleri benimsediğimizden sorularına ‘Ayrı düşünülemez’ diyor. Yani yetimhanenin geleceği için verilen bu otel kararı ve benzeri birçok kamusal alanın sermaye bırakılışını düşündüğümüz zaman, örneğin Galataport'tan Haliç Tersanesi'ne, Haydarpaşa Garı'na kadar saysan gerçekten senin dediğin gibi bitmez. Bu davranışlarımız bizlerin nasıl insanlar olmakta olduğumuzu işaret ediyor? Peki bizler de dönüşüyor muyuz?

G.V.: Her anlamda yangınlara seyirci olan insanlar oluyoruz fakat bu otel kararı, turistleri ormanın ortasına salmak demek ve Büyükada'da zaten yüksek derecede olan yangın tehlikesini binle çarpıyor. Evet, Ortodoksların, Patrikhane’nin bu kararı Büyükada yangınına davet çıkarıyor. Umarım iyi bir sigorta şirketi vardır Patrikhane’nin.

Fotoğraf: Derya Tolgay

D.T.: O kadar maliyetli bir şeydi ki o rakam, kim bilir nasıl bir rakam çıkar? Belki de vazgeçmelerine bile sebep olur çünkü bildiğim kadarıyla bu sigorta şirketleri adadaki ahşap köşkleri sigortalamak istemiyorlar. Ne yazık ki şöyle çok çarpıcı bir şey var - Orman Müdürlüğü'nden bu beyan ve Heybeliada, Burgazada ve Büyükada için de söylediler; örneğin Büyükada’nın %60'ı orman biliyorsunuz ve kuvvetli bir rüzgar ihtimalinde adanın köşkleriyle beraber üç-dört saat içerisinde tamamının yanma ihtimalinden söz etti.

G.V.: Büyükada'da bu otelden dolayı bir yangın çıkar ise bu ihmalden yangının baş sorumlusu Patrikhane olacaktır ve tarihe böyle geçecektir.

D.T.: İlk yapılma aşamasında da son derece sorunlar olduğunu bize Akillas Millas anlatmıştı. O dönemde de ormandan çok geniş bir bölüm ağaç kesilerek yapılmış, çok tartışmalara sebep olmuş ve bir taraftan da şu tartışmayı da koymuştu önümüze. Tabii birçok rivayet var ama bunlardan bir tanesi de karlılığının olmayacağına karar verilmiş. Akillas, “Yetimhane için de uygun değildi, otel için de uygun değildi” o yapı dedi ve daha da ayrıntılarına girerek binanın da getirdiği olumsuzluklarla yetimhanedeki o çocukların yaşadığı acıları anlattı. Dolayısıyla şimdi biz tekrar dönüp aynı olumsuzlukları hiçbir şeyden ders çıkarmadan ve öğrenmeden tekrar ediyoruz.

G.V.: Belki kendi din adamlarına kıyak bir misafirhane yapacaklardır. Kuzey Amerika'dan, Avrupa'dan gelsinler, kalsınlar güzel odalarında yani belki de amaç odur. Yan gelip yatsınlar, belki onu arzu ediyorlar. Bu tehlikeyi ve dediğin gibi kârsız yatırımı görmemeleri mümkün değil.

Fotoğraf: Derya Tolgay

D.T.: Peki, hatırlar mısın o ilk toplantılarda, o ilk gezilerde senin de önerdiğin bu çatının kapatılması. Bu çok konuşuldu ve dediğin gibi maliyeti çok yüksek değildi. Orada katılan birçok mimar arkadaşımız yani fotoğraf sanatçısı ama aynı zamanda mimar olan, kreatör olan ‘206 Odalı Sessizlik’ sergisinin mimarlarından Murat Germen – Murat, senin akraban da aynı zamanda - çok net şeyler söyledi; “Bunlar bizim aramızda rahatlıkla toplanabilecek paralar ve Patrikhane alan açtığı zaman da herkes yardım edebilir. Eğer amaç parasızlık ise onun üstünden gelinir. Üstü kapatıldıktan sonra da orası ne şekilde dönüşür, nasıl işlevselleştirilir? Çünkü çok büyük bir yapı. Tek bir işlevsellik yüklemek açısından o bile sorunlu. O zaman burası bir ‘Kültürler ve dinler arası diyalog ve barış merkezi’ olabilir’ demişlerdi. En net o çıkmıştı, hatırlıyor musun?

G.V.: Evet, üstü kapatılır tabi yani Göbekli Tepe'ye örnek alsınlar. İster üç yıl korunsun, beş yıl korunsun. Biliyorsun arkeologlar bir evi kazdıkları zaman ileride daha iyisi kazılır diye, daha çok farklı yöntemlerle bilgiler toplanır diye %1’ini, %2’sini kazarlar. Bunun da üstü sağı solu ileride gerekirse korunacak şekilde kapatılır. Bugünkü Patrikhane’den daha becerikliler ve iş başına gelirlerse yeni bir hale koruyarak dönüştürürler yetimhaneyi. İlla şimdi bir şey yapmak şart değil; önce var olanı korumak, yaşatmak önemli. 

D.T.: Gündüz Vassaf gözünden baktığımızda böyle bir yapı senin inisiyatifinde olsaydı neler düşünürdün, aklında neler var? Bu soruyu artık olumlu anlamda sormak istiyorum çünkü kurtarılabilir bir durumu var. Biraz beyin fırtınası isteyeyim senden.

G.V.: Bilmiyorum yani adı yetimhane ve belki Gazze'deki yetimlerin kendilerine başka evler bulana kadar kışın gelebilecekleri bir yer olurdu. Gazze'deki yetimler gelir, savaş yetimleri gelirdi. Belki de Ukrayna'daki yetimler gelirdi. Bilmiyorum ilk aklıma o geldi.

D.T.: Evet, çok haklısın çünkü o dönemde yani yetimhanelerin en çok ne zaman açıldığına baktığımızda da sanayi toplumuna geçişten yani Sanayi Devrimi’nden sonra direkt savaşları görüyoruz. I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı ve şu anda da en feci süreci yaşıyoruz savaşlar açısından.

G.V.: Evet yani turizm yatırımı yerine bir hayır işi yapmış olurdu. Yani dinler hayır kurumları değil mi azıcık da olsa? Turizm kurumları değiller galiba ve Hz. İsa'nın da böyle bir şeyi tasvip edeceğini asla zannetmiyorum.

D.T.: Tabii çocuklar ve gençlik için verdiğin öneri son derece yaratıcı ve çok insani bir şey ve bunu buradan geliştirerek o çocuklar için kültür etkinlikleri, atölyeler ve bir barış diyalog mekanı oluşabilmesi her şeyi de mümkün kılacak gibi.

G.V.: Umarım dinliyorlardır Deryacığım. Sizden bir ricam; Apaçık Radyo olarak bu programın bandını imza karşılığı iadelli, taahhütlü olarak Patrikhane'ye yollamanız.

Fotoğraf: Derya Tolgay

D.T.: Bütün bunlar duyuluyor radyomuzdan ve dinleyicilerimizden. Başka söylemek istediklerin var mı bu konu hakkında Gündüz? Ben soru sormaktansa biraz alanı sana bırakmak istiyorum ki gerçi çok şey söyledin, çok önemli şeyler söyledin. Belki hatırlamak ve unutmak yani hafıza üzerinden değinebilirsin. Bir taraftan da bu yapı bizim görmemek için yüz çevirdiğimiz ortak geçmişin sessiz ama çarpıcı bir tanığı, aynası gibi de duruyor ve kapitalizm diyeyim sana; mekana, hafızaya ve aidiyet duygusuna yönelik bir tahahküm biçimi midir?

G.V.: Yok herhalde yani Apaçık Radyo'nun bu belliği koruması, vicdanı koruması, vicdanımızı korumaktan öte bize hatırlatması ve yaptığınız programlar çok önemli çünkü bu vicdan hatırlatılmadan o kadar alıştık ki, yoksulluğun normalleşmesine, savaşların normalleşmesine o kadar alıştık ki türümüz hakkında bırakın kötümser olmayı, ‘Homo sapiens olmasaydı çok daha iyi olurdu’ diyenler var ve insanın kendisinden ümidini kesmesi… Bu aptalca lafı söylerken şu anda çocuk doğuran nice anne babayı perişan etmek demektir, hadım etmek demektir. Ne hakları var bunları söylemeye? Ancak vicdanımızı hatırladıkça, türümüze küfrettikçe, insana küfrettikçe değil, vicdanımıza sahip çıktıkça bu düzen dünyaya ilerleyebilir. Bu da kapitalizmle ilgili olmaktan çok bizim vicdanımızı dile getirmemizle ilgili.

D.T.: Öyle mi? Ama kapitalizm, vicdanın da yok olmasına alan oluşturan bir yer değil mi? Örneğin, sadece bu karar bir binanın değil, bir toplumun hangi değerleri terk edip hangilerini sahiplendiğinin de göstergesi ve bunu birazcık kapitalizm de şekillendirmiyor mu?

G.V.: Yani tüketim patolojisi bireye ait tüketimi pazarlayan kapitalizm ama nasıl afyondan uzak duruyorsak, esrardan uzak duruyorsak, alkolden uzak duruluyorsa yani toplumu uyuşturacak başka maddelerden uzak durmayı becerebiliyorsak, bu tüketim patolojimizden de uzak durmayı becermek bizim elimizde. Bir arkadaşımız yeni bir gömlek aldığında, yeni bir çift ayakkabı aldığında 30 çift ayakkabısı olduğunu bile bile ‘Bu sana yakışır’ diyoruz.  Kapitalizme bu dolu dizgin gitme fırsatını veren, vahşileştiren, bizim onun getirdiği yaşam biçimini benimsemekten öte rüyasını görmeniz. Kapitalizm diyerek, ulus devlet diyerek, ABD, Çin diyerek günahı üstümüzden atmış oluyoruz. Dinlerin de bizim sırtımızda yükseldiği gibi, güzelliklerin de, sanatın da bizim sırtımızda yükseldiği gibi hepsi bizim sırtımızda yükseliyor. Suçlu ayağa kalk, o da benim!

D.T.: Gündüz, programımızın sonuna geliyoruz. Çok çok önemli şeyler söyledin hepimiz için, çok sağol. Kapanışı son sözlerinle sana bırakayım mı, yapmak ister misin? Ama ben öncesinde belirteyim; yetimhane program serilerimiz devam edecek çünkü çok önemli bir konu yani bundan sonraki yayınlarımızda da devam edecek. Ben şimdi sözü Gündüz'e bırakayım.

G.V.: Yok, senin güzel, tatlı bir sesin var, sevgi çağrısıyla bitsin. Ben öfkeliydim bu olup bitene, anlık bir öfke bu. Öfkeyle bitmesin çünkü öfkeye karşı başkaları daha öfkeli olur, kendi vicdanlarını hatırlayacaklar. Onun için senin tatlı sesinle bir kapanış lütfen.

D.T.: Çok zor bir kapanış. Ben öfkemi bastırma konusunda senden daha maharetliyim demek ki... O zaman birlikte kapatalım olur mu, ne dersin? Bizi dinlediğiniz için çok çok teşekkür ederiz sevgili dinleyicilerimiz. Bugün konuğumuz sevgili dostumuz Gündüz Vassaf'tı, Sedef Adası'ndan bize bağlandı. Her zamanki gibi kıymetli görüşleriyle bizim ufkumuzu açtı. İyi ki varsın Gündüzcüğüm, çok teşekkür ediyoruz. ‘Adalar hepimizin’ diyelim mi?

G.V.: Adalar hepimizin!

D.T.: Adalar hepimizin!

Bir yanıt yazın

Yanıt yazmalısınız
İsim yazmalısınız
Doğru bir email yazmalısınız
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmayacaktır.